Hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde inandığınız doğruların melun bir ideolojinin, yıkıcı bir bağnazlığın, utanç verici bir cehaletin size dayattığı 'ilüzyonlar' olduğunu fark etseniz ne hissederdiniz?
Dur bir dakika. Geriye alalım. Her şey İkinci Dünya Savaşı'nı tartışırken "Peki ya Almanlar?..." diyen o kızla başladı...
Yok yok. Biraz daha geriye almak lazım. Batıda Aydınlanma adı verilen sürecin insan hakları gibi evrensel geçerliliği olan kategorileri toplumsal hayatın düzenlenmesinde temel belirleyenler haline getirdiği herkese malum. Günümüz liberal demokrasisinin temellerini de doruk noktasına 18. yüzyılda ulaşan bu düşünce biçimi atmıştı (gerçi 19. yüzyılda başka şeyler oldu, o rüya gibi sarayın sıvaları döküldü filan, gündelik yaşamımızı düzenleyen pek çok mekanizma bu süreç sonrasında oluştu; ama devlet-sivil toplum ekseninde hala aynı tıngırtıyla dans ediyor, her sabah aynı akşamdan kalıyoruz, vs. vs.; şşşh, çaktırma...). O zamanlardan günümüze kadar geçerliliğini koruyan bir düşünce biçimi var ki düşüncenin teknisyenlerince çoktan civatalarına ayrılmış olmaka birlikte bu geleneği sürdüren -ki bunların çok yüce bir amaca hizmet ettiklerini düşündüklerinden kimsenin kuşkusu yok- pek çok 'kudretli' kişi tarafından hala sıkı sıkıya savunulmakta. Bu kişiler 'kudretli', çünkü onlara kaç defa "Niye?" diye sorarsanız sorun verecekleri bir cevap, tutunacakları bir dayanak olacaktır (şahsen ben ikinci "Niye?"den sonra "Sen sorasın diye!" derdim; sefilim yani sefil, allah bin kere belamı versin). Kudretlerinin kaynağı tarihin, onları haklı çıkaracağı, yani hep daha iyi, daha kapsamlı, daha doğru bilgiye ulaşılacak olan ve (ne alakası varsa) daha demokratik bir noktaya doğru 'ilerlediğine' dair inançları.
Elbette bu inanç kolay elde edilmedi ("Edilmemiş.." diyorlar, daha doğrusu; biz hazıra konduk valla; ondan dolayı işkembeden sallayıp duruyoruz). Eleştirmenin g.t istediği zamanlarda bas bas bağırmak -ki kelimenin gerçek anlamıyla postu tehlikeye atmak oluyor imiş bu- hafife alınacak bir cesaret göstergesi değil. Ancak bu hep boyle kalmadı. Reinhardt Koselleck, Eleştiri ve Kriz adlı kitabında 'eleştiri' kavramının nasıl 'akıl' ile eşanlamlı hale geldiğinden, bu sürecin iktidar eleştirisini nasıl doğurduğundan ve devamında modernitenin nasıl bir rota izlediğinden bahseder ('eleştiri' kavramının bizim memlekette olduğundan daha geniş bir manası olduğunu akılda tutmak gerekiyor sanırım bu noktada). Modernitenin yozluğunun (yoksa yozlaşmasının mı?) hikayesidir Koselleck'in anlattığı; eleştirel olmanın kendinden menkul meşru konumundan konuşanın riyakarlığını ortaya koyar.
Milk adlı filmde Sean Penn'in canlandırdığı, Amerika'da seçimle iş başına gelen ilk açık eşcinsellerden birisi olan Harvey Milk bir mitingde eşcinsellerin vatandaşlık haklarının sınırlandırılması gerektiğini savunan politikacıları eleştirirken Bağımsızlık Bildirgesi'nde yazılı olan temel hakların bu metinden asla silinemeyeceğini söylüyor. Ardından, hedef aldığı politikacılara bu bildirgeye dayanarak şunu söylüyor: "Ya sev, ya terk et!".
Türkiye bağlamında çok ürkütücü sözler bunlar. Biz bu tarz bir dışlayıcı söylemi her daim eşitliğin ve özgürlüğün karşısında olan iktidar sahiplerinden duyduk. Kafamız karışıyor elbet (Filmde de ele alınan bir tema bu aslında. Harvey Milk verilecek olan bir kararla ilgili olarak seçmenlerini geri çekmek tehditiyle bir başka siyasetçiyi köşeye sıkıştırdıktan sonra afallayan politikacıya iktidar sahibi bir eşcinselin varlığının 'normal'ler için ne kadar ürkütücü olduğunu söylüyor neşeyle). Ama konu dönüp dolaşıp standartları kimin belirlediğine geliyor. Aydınlanma ve onun eleştirisi üzerine kurulu olan siyasal alanın barındırdığı kısıtlar çok uzun yıllardır tartışma konusu olmakla birlikte bu tartışmaların gündelik politikaya yansımaları, o çok korkulan 'meşruiyet krizi' kaygısından olsa gerek, ötelenip duruyor. Akademik tartışmalar coşmuş gidiyor, ama kimse kişisel, sosyal, ve kültürel hakların nasıl olup da aynı düzenek içinde herkes için eşit olarak sağlanabileceğinin cevabını veremiyor; hatta veremediği gibi bu mesele hiç ortada yokmuş gibi hareket ediyor. Yukarıda bahsi geçen film üzerinden söyleyeyim: Birisi bana bir öğretmenin cinsel tercih özgürlüğünün, "Çocuğumu heteroseksüel olsun; olmadı gay olduğunu saklamak için aile kurmuş, çocuk sahibi olmuş birisi olsun; o da olmadı hafiften kırık olsa da gay değilmiş gibi hareket eden birileri okutsun" diyenin çocuğunu istedği gibi yetiştirme özgürlüğünden daha üstün olduğunu evrensel kategorilere başvurmadan göstersin. "Evrensel kategorilere başvurmadan" diyorum, zira bu kategorilere o yüce konumlarını veren söylemsel düzenek başka mecralarda özgürlükleri kısıtlamakta.
Ama asıl mesele bu noktada ortaya çıkmıyor mu? Akıl yoluyla ulaşılabilen, her yerde ve herkes için geçerli olan kaideler bugünkü konumlarına ortaya ilk atıldıkları zaman mı ulaştılar? Dahası, bulutların üstünde komşu oldukları ve benzer iddialar üzerine kurulu bir takım başka kaideler eşitsizlik ve zulüm için halihazırda kullanılmamakta mıdır? Harvey Milk "Ya sev, ya terk et!" derken bizi özgürlükler için verilen toplumsal mücadelenin ilkel kökenlerine götürüyor, bize eleştirme ediminin gerçekten elini taşın altına koymak olduğu zamanları hatırlatıyor. Yüzyılların toplumsal mücadelelerinin kazanımlarını bir kenara atalım demiyorum. Tek derdim özgür olmanın o kadar kolay olmadığını hatırlatmak. 'Haklı' mücadelelerimizi verirken bunu haklı olduğumuzu 'bildiğimiz' için değil, haklı olduğumuzu 'düşündüğümüz' için yapalım. Yerse...