Bir önceki metinde ‘tekinsiz vadi’ kavramının ortaya çıkış hikayesinden ve kavramın neye işaret ettiğinden bahsettim. Önceden de belirttiğim gibi kavramın çıkış noktası Ernst Jentsch’in ‘tekinsizlik’ hissine dair bir makalesi. Yani olayın başında tam olarak tanımlanamayan bir his var. Konunun robot ve animasyon teknolojisini ilgilendirir hale gelmesinin sebebi Jentsch’in verdiği bir örnek. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var. Tekinsiz vadi kavramını ortaya atan Masahiro Mori’nin bir önceki metinde verdiğim grafiği hareketli ve hareketsiz robot/nesneleri aynı düzlemde değerlendiriyor. Grafiğe tekrar döndüğümüzde görüyoruz ki ceset veya protez uzuvlar gibi hareketsiz nesnelerin yarattığı tekinsiz vadi, hareketli nesnelerinkinden çok daha az bir derinliğe sahip. Yani çok fazla insansı olan, ama bir şekilde tam olarak insan olmadığını anlayabildiğimiz hareketli bir nesne (bir robot veya bir animasyon karakteri) benzer nitelikteki hareketsiz bir nesneden çok daha fazla rahatsızlık hissi yaratıyor. Masahiro Mori hareketsiz nesnelerden bahsederken Jentsch ile benzer bir alanda dolanıyor olabilir; ancak hareketli nesnelerden bahsetmeye başlayınca devreye ‘insansılık’ giriyor (canlılık-cansızlık değil). Diğer bir deyişle, insan olmadığını anladığımız bir robot gördüğümüzde kapıldığımız rahatsızlığın sebebi gördüğümüz nesnenin canlı olup olmadığından kuşku duyuyor olmamızdan başka bir şeymiş gibi görünüyor. Bu meseleyi iki örnekle ele alalım:
Bilim kurgu, fantezi ve korku filmlerinde android-cyborg veya parçalanmış ceset modellemesindeki kusurlara ve bu kusurlardan kaynaklı garip hisse herkes aşinadır. Özellikle süreklilik arz eder gibi gösterilen, ancak ikinci bir çekimin birincisine bariz şekilde yapıştırıldığı anlarda bu durum çok net görünür. Bu tip sahnelerde izlemekte olduğumuz insanın plastikliğini bir anlığına fark eder ve hafiften irkiliriz. Şüphesiz bu duruma örnek sağlayacak zilyon tane film dururken bir klasiği seçerek büyük bir haksızlık yapmış oluyorum. Ancak yapacak bir şey yok, elimde bu vardı. Şu iki kareye bakalım:
Alien filminde Nostromo mürettebatı Ash adlı androidin (Ian Holm) kopmuş kafasını masaya koyarak onu tekrar aktive ediyor. Ancak androidin söylediklerinden pek hoşlanmayan Ripley Ash’in fişini çekiveriyor. İkinci karedeki kafanın Ash’i canlandıran Ian Holm’a ait olmadığı oldukça bariz (belki burada iyi görünmüyor, ama filmi izlerken bu oldukça bariz). Ayni durum Ash’in kafasının masaya ilk konulduğu sahnede de gözlemlenebilir. Filmin çekiminde bugünkü bilgisayar teknolojisinin nimetlerinden faydalanılabilseydi Holm’un ve maketinin yer aldığı sahneler arasındaki geçiş yumuşatılabilirdi veya Holm tamamen dijitalize edilir ve bu kısa sahnelerde biz hiçbir gariplik hissetmezdik. Elbette burada yönetmen Riddley Scott’ın bu rahatsızlık hissini kullanmayı tercih ettiği de söylenebilir. Her neyse… Bu örnekteki durum Jentsch’in bahsettiği canlılık-cansızlık hali arasındaki belirsizliğe bir örnek veriyor.
İkinci örnek Surrogates filminden. Bilenler bilir, bu filmin evreninde insanların büyük çoğunluğu kendilerini evlerine kapatıp bir takım zamazingolar marifetiyle kendi seçtikleri robotlara (filmdeki ifadeyle ‘üniteler’) bağlanıyor, hayatlarının büyük çoğunluğunu bu robot bedenlerle geçiriyorlar. Bu şekilde istedikleri gibi genç ve güzel görünüyor, üstelik başlarına bir kaza gelmesi halinde ölmüyorlar (Bedenle bilinç arasında koparılamaz bir bağ olduğuna dair bilim kurguda sık rastlanan bir kaide burada tercih edilmemiş. Karşıt bir örnek Matrix üçlemesinde bilinci Matrix’e aktarılan kişinin burada ölmesi halinde ‘gerçek’ dünyadaki bedeninin de ölmesi.)
Yukarıdaki karelerde Tom Greer (Bruce Willis) adlı karakteri uzun bir zaman sonra kendi bedeniyle üniteler dünyasında dolanırken görüyoruz. İş arkadaşının Greer’ın anksiyete hissine karşı bir şeyler kullanması gerektiğine dair ifadesi Greer’in bu karelerdeki hissinin tekinsiz vadi kuramının değindiği hisse yakın olduğunu düşündürtüyor. Şüphesiz etrafında ölmek gibi bir kaygısı olmayan bilmemkaçkiloluk robotlar dolansa herkes biraz telaşa kapılır -ayağına bassa yamultur filan yani. Ancak burada şöyle bir durum söz konusu. Filmin evreninde insanlar üniteler içerisinde dolanıyor dahi olsalar etraflarını kendileri algılıyorlar. Yani filmdeki ünitelerin %100 insan gibi göründüklerini düşünmemiz gerekiyor. Aksi halde üniteler içinde dolaşıyor olsalar dahi insanlar etraflarındaki diğer üniteler karşısında irkilecek, hatta aynaya bakmaktan rahatsızlık duyacaklar. Ünitelerin girmesinin yasak olduğu alanlarda yaşayan insanların liderlerinin aslında bir ünite olması ve çevresindeki asilerin bunu fark edememeleri de bize bunu gösteriyor. Bu durumda Greer’ın rahatsızlık duymasının nedeni etrafındaki ünitelerin canlı mı, yoksa ölü mü olduklarından emin olamaması değil. Buradaki rahatsızlığın sebebi başka bir durumda canlı bir insandan ayırt edemeyeceği bu ünitelerin canlı olmadıklarını biliyor olması. Hatta, asilerin ünitelere gösterdikleri sert tepkiye bakarak ünitelerin, tam olarak insan gibi görünmediklerinden değil, insan olmadıklarının biliniyor olmasından dolayı tekinsiz vadiye yuvarlandıklarını söyleyebiliriz.
Peki bu karşılaştırma bize neyi anlatıyor? Bence şunu: Tekinsiz vadi kuramının bahsettiği rahatsızlık hissi insandan ayırt edilmesi imkansız olan makineler üretilebildiği takdirde aşılabilecek olan bir tasarım sorunu değil; tekinsiz vadi bir bilinç sorunu. Bu durumda insanlarda bu rahatsızlığı yaratmadan robotları gündelik hayata sokmanın iki yolu var. Ya Masahiro Mori’nin öğüdünü dinleyip insanda kendine hafiften bir benzerlik hissi yaratıp sempati hissi uyandıran robotlar yapmak; ya da insandan ayırt edilmesi mümkün olmayan robotlar yapıp bunların makine olduklarını insanlardan saklamak. Bu ikincisinin ne gibi sonuçlar doğurabileceğini ise şimdilik bir kenara bırakıyorum.
No comments:
Post a Comment