Sunday, November 01, 2009

estetize etme ve yeniden-estetize etme üzerine: William Gibson ve "raygun gothic"

Raygun Gothic, William Gibson tarafından The Gernsback Continuum adlı öyküsünde kullanılan bir kavram. Hikayedeki bir karakter bu kavramı Amerikan streamline akımını tanımlarken kullanıyor. Streamline akımı İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerikasında, ekonomik büyümenin yarattığı iyimser hava ile birlikte teknolojinin geleceğin toplumuna vaad ettiği dünyaya dair tasvirlerde görsel bir unsur olarak gelişti. Dönemin bilim-kurgu anlatılarını süsleyen streamline akımı kitap kapakları ve çizgi romanların dışına taşarak ürün tasarımlarında da kendini göstermişti. Herkese tanıdık gelecek olan bir örnek vermek gerekirse 1950lerin uzun kuyruklu Amerikan otomobillerinden bahsedilebilir. Günümüzde çoktan retro-futurism vb. kategorilerde yerini almış olan akım Gibson'ın öyküsünde, bahsi geçen The Airstream Futuropolis: The Tomorrow That Never Was isimli bir sanatsal proje betimlenirken kullanılıyor. Asla varolmamış olan bu gelecek tasvirini raygun gothic kavramıyla yeniden estetize eden Gibson aslında daha sonra yazacağı kitaplarda kullanacağı estetik unsurlara ve bunları nasıl yeniden-estetize edeceğine dair ipuçları veriyor. Bu anlatı biçiminden nasıl bir sonuç çıkarabileceğimizi tartışmadan önce, Gibson'ın anlatılarından bazı örnekler verelim.

Gibson'ın Count Zero adlı romanında, Josef Virek adlı multi-milyonerin Marly Krushkova adlı sanat simsarını Jospeh Cornell'in ünlü kutularına benzeyen eserler veren, ancak romanın geçtiği tarihi belirsiz gelecekte yaşamakta olan bir sanatçıyı bulmak için kiraladığını görüyoruz. Zamanının avangartlarından olan Cornell'e verilen referans bu gelecek anlatısında, raygun gothic'in tanımlandığı hikayeden farklı bir yere götürüyor bizi. Bu defa asla varolmamış bir geleceği değil, üretildiği dönemde zamanını aşmış olduğu düşünülen bir ürünün bu belirsiz gelecekte kendi zamanını yakaladığını görüyoruz.

Yazarın All Tomorrow's Parties adlı romanında ise bir country şarkıcısıyla karşılaşıyoruz. Yine tarihi belirsiz bir gelecekte geçen romanda, San Francisco'da bir deprem sonrası çöküntü alanı haline gelmiş bir bölgedeki salaş bir bar konserinde, elektronik ögelerle bezenmiş bir müzik yerine country müziğe yer verilmiş olması, Gibson'ın gelecek tasvirlerini geçmişin estetik ögelerini yeniden-estetize ederek oluşturmasına bir başka örnek. Dahası romanın evreninde alt-kültürlerin oluşum olanağı bulduğu çöküntü alanları üzerine belgeseller hazırlanan mekanlar olarak tanımlanmakta, roman karakterlerinden birisi, bu konseri kendi belgeseli için kameraya kaydetmekte. Bu ayrıntı, Gibson'ın geçmişin ve şimdinin estetik ögelerinin yeniden-estetize edilmesini bitimsiz bir eylem alanı olarak tanımladığını göstermekte.

Spook Country romanında ise Gibson bize yeni bir sanat formu tanımlıyor: locative art. GPS yapılandırmalarının sivil kullanıma açılması ile yeni bir faaliyet alanı bulan bilgisayar korsanlarının geohacking adı altında yürüttüğü faaliyetlerle kendilerine yeni olanaklar bulan sanatçıların ürünleri, bir bilim-kurgu ögesi olarak okuyucuyu fazla şaşırtmayabilir. Ancak burada şöyle bir farklılık var: Romanda adı geçen Alberto Corrales adlı sanatçı, bu yeni teknolojiyi tarihteki önemli ölüm olaylarını bir cihazla görülebilecek şekilde gerçek mekanlara yerleştirmekte. Romandaki bir başka karakter, sanatçının "içselleştirilmiş bir mekan olarak tarih" ile ilgilendiğini söylüyor ve ekliyor: "Ona (Corrales'e) göre bu içselleştirilmiş mekanlar travmalarla ortaya çıkıyor". Diğer bir deyişle Gibson locative art adıyla tanımladığı bu yeni sanat formunu yine tarihsel bir çeşniyle, tarihi yeniden-estetize ederek okuyucuya sunuyor. Üstelik bunu, yukarıda adı geçen romanlarının aksine, günümüzde geçen bir anlatıda yapıyor.

Gibson'ın bitimsiz yeniden-estetize etme vurgusu, yazarın geleceği (ve son örneğe bakarsak günümüzü) tarihsiz bir dünya olarak tasvir ettiği fikrini uyandırabilir. Bununla birlikte yazarın romanlarındaki tarihsel çok katmanlılık, tarihin sürekli olarak yeniden yorumlanacak olan sonsuz bir estetik alan olduğu fikrini daha çok ön plana çıkarmakta. Gibson'ın bu bitimsiz "yorumlama" eylemini "yeniden-estetize etme" eylemi üzerinden kurması, tarihin yorumlayıcılığı rolünü sanatçılara devrettiği anlamına gelebilir. Ancak bu noktada, tarih ve sosyal bilimler alanlarında bilgi üretiminin günümüzdeki biçimi üzerinden "sanatsal üretim" ve "sanatçı" kategorilerini genişletmek mümkün. Yazar Boston Globe'a verdiği bir röportajda (bu röportaja www.boston.com adresinden ulaşılabilir) romanlarında niçin sürekli olarak sanatçı karakterler kullandığına dair bir soruyu, sanatçı olmayan insanları anlayamadığı için böyle bir tercihte bulunduğunu söyleyerek yanıtlıyor. Tarihin ve ideolojilerin sona erdiği görüşü Soğuk Savaş sonrası gelişmelerle birlikte çoktan bir kenara bırakıldı. Ancak tarih ve ideolojiler üzerine bilgi üretme biçimlerinin önemli değişimler geçirdiği bir gerçek. Gibson'ın anlatıları üzerinden konuya yaklaşırsak diyebiliriz ki, bilgi üretimi ile estetize etme eylemi, yani sanatsal üretim arasındaki fark kapanmakta. Veya böyle bir farkın zaten hiç olmadığı görüşünün hakim olacağı bir noktaya doğru ilerlemekteyiz.

1 comment:

Anonymous said...

Günümüzde yükselen retro furyası bu durumun bir örneği diyebilir miyiz o halde? Sürekli geçmiş eserlerin günümüze uyarlanması mesela.. Ancak bana göre bu sanatçılar estetik kaygıyla bu yola başvursalar da sanatsal bir değere ulaşamıyorlar. Örneğin dünya üzerinde hiçbir sanatçı ''şimdi''nin içerisinde estetik bir yapıya erişemiyor. Bugün kendimizde veya sokaktaki insanların üzerinde gördüğümüz kıyafetler sıradan, sıkıcı, tek tip gibi görünürken, beğenmediğimiz bir tişört 2050 yılında estetik bir unsur olarak mı sunulacak? Sanki Gibson, tasvirleriyle, zamanın ayağını kaydırıp bastığı zeminden koparmaya çalışıyor. Yani bu, estetiği tarihsel değerlendirmelerin dışına çıkarma çabası olabilir mi? Bu çaba bir sanatçının yarattığı eserin estetik yönünü tarihsel referansla değil, kendi zamansal kaosuyla yakalama eylemi olabilir mi?