Thursday, September 22, 2011

"vasfına göre konuş" demenin bir başka yolu olarak 'Dunning-Kruger etkisi'

İlk defa Jesus and Mo'da karşılaştığım bu kuramı hemen kısaca tanımlayayım: Vasıfsız insanlar kendi niteliklerini değerlendirme becerisine sahip olmadıkları için kendi çıkarımlarının ne derece yanlış olduğunu kavrayamakta ve kendi becerilerinin ortalamanın üzerinde olduğu yanılsamasına kapılmaktayken, nitelikli insanlar kendi becerilerini azımsayarak kendilerinin daha aşağı bir konumda oldukları yanılsamasını yaşamaktadırlar. Burada vasıfsız olanın hatası kendini algılarken düştüğü hatadan kaynaklanmaktayken, vasıflı olanın hatası başkaları hakkındaki yargılarından kaynaklanmaktadır. Bu kısa tanımlamayı bize sunan sevgili wikipedia'da David Dunning ve Justin Kruger'in Darwin'in şöyle bir lafına referans verdiklerini görüyoruz: "Cehalet sıklıkla bilgiden ziyade kendine güven doğurur". Bu söz Aziz Nesin'in "Bilgi olmadan fikir sahibi olmak" konusundaki lafını hatırlattı bana. Darwin ile Nesin'in, en azından benim anladığım kadarıyla, birbirine benzer ifadeler kullanmış olmaları şüphesiz "Bunların kafa tın tın, ben ne diyorum, bunlar ne anlıyor" psikolojisini paylaşmalarından kaynaklanıyordu. Benzer noktalara temas eden başka pek çok kuram, gözlem, aformizma bulmak mümkün elbet.

Birey-temelli bu tarz büyük ölçekli açıklamalara karşı şahsi gıcıklığım devreye girince konu üzerine eğileyim dedim. Öncelikle söylemeliyim ki insanın birşeyler öğrenme uğraşısına girip bu uğraşının derinliğine doğru ilerledikçe daha az şey biliyormuş gibi hissetmesi haline dair belli bir deneyime sahibim. Konuya başka bir yönüyle daha önce de değinmiştim. Öte yandan, artık her nasıl işliyor ise, bu mekanizmanın insanlık adına faydalı olduğu kanaatindeyim. Öyle ki bu mekanizma Dunnig ve Kruger'in düşündüğü kadar geçerli olmasa gerek ki böyle bir dünyada yaşıyoruz -iyisiyle kötüsüyle, ve sanırım daha ziyade kötüsüyle.

Etrafımızda olan bitene bir bakalım. Kendi alanımdaki deneyimlerden hareket edeyim: Sıklıkla, keskin kenarlı tavırlarıyla kendini göstermeye çalışan atılgan genç entellektüel tiplemesiyle karşılaşırız. "Ne Marx tanırım, ne engel; kendimi bilmem, Derrida'yı kaşırım" diyerek şimşekleri üzerine çeken ve kategorize edilmekten nefret eden bu asi genç, düşünsel çabalarını lobi çalışmalarıyla birleştirdiği takdirde kendisine bir yer ve bir takım takipçi bulmuştur, bulacaktır. Böyler zilyon tane insan ortaya çıkar da bir tanesinden gerçekten keskin kenarlı fikirler dökülür, bunların bazısı uzun vadede -hangi kritere göre ise artık- olumlu sonuçlar verir, bazısınınsa neler doğurduğunu asla tahmin edemeyiz, ama insanlık böyle yürür gider. Zilyon-1 tanesi ise bir takım koltuklara yerleşir, zamanla koltuktan da taşar, etrafına eziyet etmekten başka bir işe yaramazlar. İşin bu kısmı ilerlemecilik ideolojisinin beraberinde getirdiği yıkıcı etkilerden yalnızca bir tanesi. Öyle ya, "Bilmeye cüret et" filan meselesi. Bu durumda mesele dönüp dolaşıp şu noktada düğümleniyor: Cüret edenlerden hangisi "biliyordu", ne "bililiyordu", ne derece "vasıflıydı"?

Konuyu başka bir mecrada tartışalım: Hani ünlü "Herkes yalancıdır" diyen kişinin bu lafı etmiş olması ne işimize yarar meselesi. Bu paradoksun da bir çok çeşidi var felsefe tarihinde. "Ne alaka kardeşim?" demeyin. Yukarıda bahsettiğim türden kuramların pek çoğunun kendi kendilerini içine sürükledikleri çukura dikkat çekmeye çalışıyorum. Dunnig ve Kruger'i vasıflı kılanın ne olduğunu düşünelim. Akademik titre mi bakacağız bu noktada? Bir makine ustasından bir motoru söküp takmasını bekleyebilirim, ama şahsen insanların kendi yargılarını nasıl değerlendirdiklerine dair zamansız mekansız bir kuram ortaya atmasını bekleyeceğim bir uzmanlık alanı tanımlayamıyorum, psikolog-sosyolog-iktisatçı-siyaset bilimci sıfatıyla etrafta dolaşan bir kişi kendisinden bu tarz bir açıklama talep ettiğimde "Valla ben bilmez" derse asla kınamam kendisini. "E nerede kaldı insan ilerlemesini sağlayan cüretkarlık?" derseniz, hangi tutumun daha cüretkar olduğunu sorarım size. Evet, "Bilenle bilmeyen bir olur mu a canım" tarzı modernist, entellektüalist ifadeleri aşağılayan bir devrin insanlarıyız. Bir takım genel-geçer kuramlar, makro açıklamalar ortaya koymamak artık daha kolay bir yol haline gelmiş gibi gözükebilir. Ama unutmayalım ki dünya hala kağıt üstünde vasıflı olan cüretkarların kontrolünde. Sizce dünya iyi bir yere mi gidiyor?

Not 1: Bu konuda yazmaya cüret ederek dünya çöplüğüne bir katkı da ben yapmış oldum, özür diliyorum.


Not 2: Bu konudaki kendi yargım üzerine düşünüyorum ve soruyorum kendime, "Benim vasfım ne ola ki?", diye...

No comments: