Edirne'deki Selimiye Camii, Edirnelilerin söylemekten hiç bıkmadıkları üzere Mimar Sinan'ın kendi ustalık eseri saydığı önemli bir yapıdır. Yapının bana enteresan gelen yanı, oldukça büyük olmasına rağmen insana kendini algılatabiliyor olması, buna mukabil kendisine yaklaşıldıkça ufak ufak geri kaçar gibi bir izlenim yaratması. Yapının algılanabilirliği, tasarımında insan ölçeğinin göz önünde bulundurulduğunun bir göstergesi olsa gerek. Bu yönüyle yapı insanı kendisine çağırıyor, insanda ona daha yakından bakma isteği yaratıyor. Sultan Ahmet Camii gibi bir yapının yarattığı hissi göz önünde bulundurursanız ne demeye çalıştığımı daha iyi anlarsınız. Böylesine azametli yapıların duvarının dibine gitmek istemez insan (hani camii duvarında gerçekleştirilen o malum işlemi gerçekleştirmek gibi bir niyeti yoksa); istemez çünkü bilir ki o noktadan yapıyı algılaması mümkün değildir; böyle yapılar uzaktan güzeldir; ölçek meselesine de iyi uyduğu için söyleyeyim, uzaktan dengi denginedir. Selimiye Camii ise insanı kendisine yaklaşmaktan alıkoymayan bir yapı.
Ancak yapıya doğru yürüdükçe yapının sizden uzaklaştığı gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Camiinin ön kısmındaki arastanın ('çarşı' diyelim) biçiminin ve yapının oturduğu alanın topografik niteliklerinin bunda önemli bir etkisi var. Arasta camiinin başlangıç noktasını kişiye olduğundan daha yakın gösteriyor. Camiinin yüksek konumu ise insanın yapıya olan erişimini yavaşlatarak yapının olduğundan daha uzakmış gibi hissedilmesine sebep oluyor. Birbiriyle çelişen bu iki özellik (insan ölçeğine uygunluk ve olduğundan daha uzakta gibi görünmek) Selimiye Camii'nin bir yandan kişiyi kendisine çağırmasını, diğer yandan kendisine doğru yaklaşmakta olan kişi üzerinde hafif yollu bir ulaşılmazlık hissi vermesini sağlıyor.
Bu hissiyatla ilginç bir tezat oluşturan başka bir deneyimi Prag'daki St. Vitus Katedrali'nde yaşadım. Gotik mimarinin en ünlü örneklerinden olan bu yapı kentin eski yönetim merkezindeki bir dolu başka binanın oluşturduğu bir takım meydanlar arasında dolanırken karşınıza aniden çıkıveriyor. Kentin başka noktalarından açıkça görülmesine rağmen kendisiyle karşılaşıldığında bu derece bir şaşkınlık yaratmasının nedeni adı Prag Kalesi olarak geçen bir kompleksin bir parçası olması. Bu kompleks yüzyıllar boyunca süren inşalarla sürekli şekil değiştirmiş, katedralin kendisi ise ilk inşa edilmeye başlanmasından sonra meydana gelen aksilikler (savaşlar, yangınlar, vs.) dolayısıyla yüzyıllar sonra tamamlanabilmiş, hatta son rötuşları yirminci yüzyılda gerçekleştirilmiş. Yapıya bakıldığında korku hissi insanın içini dolduruveriyor. Sürekli olarak yapının ayrıntılarına bakma isteği de bu hisse eşlik ediyor. Ayrıntılardan dolayı yapının bütününü algılamak çok zor oluyor. Yani sizi korkutan şeyin ne olduğunu bütün boyutlarıyla asla anlayamıyorsunuz, sadece yarattığı hissi biliyorsunuz.
Bu iki yapının bende yarattığı farklı hisler beni bir karşılaştırma yapmaya zorluyor. Selimiye Camii'nin yüzünü bütün olarak insanlara göstermesinde ve onları kendisine çağırmasında kendinden emin bir tavır var. St. Vitus Katedrali ise korku hissi uyandırmak suretiyle tahakküm kurmayı tercih eden endişeli görüntü sergiliyor. Düzen sağlama ve tahakküm kurma konusundaki kaygısı St. Vitus'un paranoyak bir ruh halinin temsilcisi olduğu fikrini uyandırdı bende. Bu kaygılardan uzak bir şekilde insanları kendisine çağıran, yaklaşan insanların büyüklüğünü algılayacaklarından daha en baştan emin olan tavrı ise Selimiye'ye şizofrenik bir hava katıyor. Nitekim, insan işin içinden çıkamıyor yani.