Wednesday, July 20, 2011

Umberto Eco - Baudolino

"Zaman kekeleyen bir sonsuzluktur"
Hipatia

Umberto Eco'nun Baudolino adlı romanı kanaat-bilgi-inanç olgularının sınırlarının muğlak olduğu bir dönemi anlatıyor. Bu muğlaklığın aşılmasını amaçlayan pek çok kurumun ortaya çıkmış olması bizleri ne derece 'güvence' altına alıyor bilemiyorum. Baudolino, Eco romanlarının her zamanki zenginliği ile, bizleri ortaçağ kent savunma sistemlerinden kapalı oda cinayetlerine kadar çeşitli evrenlere sürüklemesinin yanı sıra bu meseleler üzerine düşünmeye yönlendiriyor.

Roman zeki ve kurnaz bir yalancı olan ve bunu açık açık söylemekten geri durmayan Baudolino'nun, Niketas adlı bir Bizans tarihçisine anlattığı yaşam öyküsünden oluşuyor. Anlattığı hikaye bir yana, romanın biçimlenişinin dahi 'anlatı' ile 'gerçeklik' arasındaki ilişkisizliğin bir tür dışa vurumu olduğunu söylemek mümkün.

Şöyle ki, romanın başında Baudolino'nun yazmayı yeni öğrendği zamanlarda tuttuğu bir günlüğü okuyoruz. Yani roman Baudolino'nun gerçek yaşamını değil, 'kendi anlattığı şekliyle' yaşamını anlatıyor ve daha önemlisi romanı oluşturan anlatı, anlatı sahibinin kendi yaşamını yazınsallaştırılmaya başlandığı noktayı kendisine başlangıç noktası olarak alıyor. Baudolino'yu kendi hikayesini Niketas'a anlatmaya iten sebebin tuttuğu günlükleri kaybetmesi oluşu da burada anlam kazanıyor. Baudolino hayatını anlatılar üretmekle yaşamakla kalmıyor, adeta bir anlatı olduğu takdirde var olabileceğini bize beyan ediyor. Neyin gerçek ve neyin kurgu olduğu, hikayenin kendisi anlatıldıktan sonra önemini yitiriyor. Zaten Eco'nun karakterlerinin bir kısmını gerçek kişilere dayandırması -örneğin Niketas- bunun bir göstergesi. Hikaye inandırıcılığını kendi eliyle kuşkulu hale getirdiği halde kendini var kılmak yoluyla bir olaylar dizisinin bilgisini sunuyor bize. Romanı elinize alıp okumaya başladığınız andan itibaren bilgi ile bilginin içerdiğini iddia ettiği gerçeklik arasındaki ilişkisizliği kabul etmiş oluyorsunuz. Belki her anlatıda karşı karşıya kaldığımız bir durum bu. Ama Eco'nun romanı okuyucusuna romanın yapıntılığına dair daha 'şuurlu' bir duruş sağlıyor. Nabakov'un Solgun Ateş veya Sebastian Knight'ın Gerçek Yaşam Öyküsü kitaplarındakine benzer bir durum bu. Ancak Baudolino'nun farkı bilginin değerinin doğruluk derecesi ile ölçülmediği bir dönemi ele alan tarihi bir roman olması. Diğer bir deyişle kıssanın kendisi içindeki hissenin bedenlenmiş halini ihtiva etmekte.

Bunun yanı sıra, Baudolino'da, herkesin malumu olan bilgi-iktidar ilişkisini, belki meselenin yaygın yorumlanış biçiminden farklı bir şekliyle okuyoruz. Burada bilgi bir araç olmanın dışına çıkıyor, var olan gerçekliği şekillendirmenin ötesinde yaratıcısının gerçeklik algısını da şekillendiren bir konuma geçiyor. Hikayede Baudolino'nun ön ayak olduğu kandırmacaların çoğunluğu iktidar ve güç dengelerinin belirli bir şekilde manipülasyonunu hedef almakta. Ancak bu manipülasyonlar öyle çığrından çıkıyor ki fabrike edilen bilgi iktidar aracı olmaktan çıkıp tarihi kendi inisiyatifi ile şekillendirmeye başlıyor. Baudolino'nun en yakın arkadaşlarını kendi fabrikasyonları ile süslediği bir yolculuğa sürüklemesinde bu kontrolden çıkmışlığı görüyoruz. Manipülasyonlar, yalanlar başka beklenmedik sonuçlar da doğurabiliyor. Örneğin Niketas, Latinlerin Bizans'ı istila ettikleri dönemde ortaya çıkan kutsal emanet sahteciliğini eleştirmekle birlikte bu sahte emanetleri alıp kendi yurtlarına götüren Latinlerin kendi kiliselerine istemeden de olsa kutsal düşünce aşılayabileceğini ümit ediyor. Bu düşünceye göre emanetin herhangi bir kutsiyeti olmasa dahi kutsal olduğunun düşünülüyor olması belirli bir etkiyi yaratabilir, bu etki yapılan sahtekarlığın baştaki hedefinden tamamen bağımsız olsa bile. Gerçek ve anlatının birbirine girdiği bu evrende ümit edilebilecek olan tek şey ortaya çıkan sonucun mevcut beklentilerle çatışmaması. Diğer bir deyişle rotanın kendisi, varış noktasına nazaran ikincil bir konumda kalıyor: "Büyük bir tarihte küçük gerçekler, en büyük gerçekler ortaya çıksın diye değiştirilebilir".

Baudolino keyifli vakit geçirmeyi sağlamasının yanı sıra, tarihçilik, hikayecilik, kanaat-bilgi-iktidar ilişkileri gibi konularla ilgilenenlerin sinüslerini açabilecek bir roman.

Sunday, July 10, 2011

ben ölürsem bloguma ne olur?

İnternetin düşünce sürecimizi nasıl değiştirdiğini çok iyi gösteren bir sahne Invasion filminde Nicole Kidman'ın canlandırdığı psikiyatristin dünyada garip birşeylerin döndüğüdünü hissettiği anda bir hastasından duyduğu deli saçması cümleyi googlellamasıydı -amma deli saçması ama, "Kocam artık kocam değil" lafını dünyanın dört bir yanında milyon insan söyleyip duruyordur, delice birşey diyeceksen Man in Black'teki gibi "Sanki birisi kocamı üstüne giyinmişti!" filan de. Her neyse. Ben de az önce aklıma birden düşüveren bir düşünceyi, sanki üzerine kendi kendime düşünsem olmazmış gibi, googlellayıverdim -yardımcı tekerlek mübarek. Google'a, daha fazla yanıt almak amacıyla İngilizce olarak, şu cümleyi yazdım: "Ben ölürsem bloguma ne olur?". Bu fikir geçenlerde bulduğum güzel bir t-shirtün üzerindeki yazıyı düşünürken aklıma geldi (More people read this shirt than your blog -acı ama gerçek olan bu ifade kendini gerçekleştirmesin diye midir nedir, daha elim varıp da giyemedim söz konusu t-shirtü) -tabi arka planda Radiohead'in son albümünün çalıyor olmasının da bir etkisi olabilir bu düşüncelere dalmamda -neyiz ki bu koca dünyada, topraktan toprağa, uzay kocaman.
"Harbi len, ne yaparız?" diyenler mesela şu veya şu linklerden faydalanabilirler. Ben bu linkleri açarken kendi varoluşsal sürüklenişlerimle aynı frekanstan dalgalar yakalamayı umuyordum. Ancak, pek de şaşırtıcı olmayacak şekilde, "Blogunuz siz mefta olduktan sonra kazanç sağlamaya nasıl devam eder?", "Mirasınızı yiyecek kişi blogunuzu nasıl sürdürür?", "Paypal şifreniz ve siz" benzeri konularla karşılaştım (Bu arada "Kültürünle barışsana lan! Türkçe niye arama yapmadın!" diyenlere söyleyeyim, bişey çıkmadı. Bi dolu "Ayh ölüssem bloguma nolur minnoşlarım, zaten kimse okumuyo hüü" filan yazmış elalem). Bilmem gerekirdi ki blogu gerçekten okunan ve bu işten para kazananlar var. Benim böyle bir amacım veya beklentim yok -elbette bu durum, tekliflere kapalı olduğum anlamına gelmiyor. "Öyleyse ne olacak buraya yazdıklarım?" diye düşündüm; birkaç ay önce yaşadığımız blokaj (blogspotun hunharca kapatılması) geldi aklıma. Sabahları kalktığımda "Bugün bloguma ne yazsam acaba?" diye düşündüğümü söyleyemem. Yazdıklarımın çok önemi olduğunu da düşünmüyorum. Buna rağmen blogspot kapatıldığında kendimi ifade edebildiğim bir mecradan alı konmak hali bende garip bir dilsizlik hissi yaratmıştı. Sanırım öldükten sonra bloguma ne olur sorusunun yarattığı his bu dilsizlik halinin yarattığı sarsıntı ile aynı folder'ı paylaşıyor. "İnsanın koca evrende küçücük bir varlık olduğunu reddetme ve ölümlü bir varlık olduğunu unutma hali" başlıklı bir folder bu. Günümüz koşullarında silinmesi için çok büyük bir aydınlanma, veya tüm sistemi çökertecek büyük bir kırılma yaşamak gerekiyor. Şahsen ben ikisini de yaşamadım -ve ne yalan söyleyeyim, öyle bir oluş biçiminin içine doğmadıktan sonra aydınlanmadır, şivadır hindistandır, pek aklım kesmiyo yani.
Bir insan öldükten sonra blogu kaç yıl aktif kalır sorusuna yanıt verecek bir dolu teknik eleman vardır elbet (sabah programlarında tıbbi meselelere açıklık getiren bir doktora telefon açıp bu soruyu sormayı düşünüyor ve gülüyorum; siz de gülün). Ben bu blogu açıp içine iki yazı koymuş, ardından da bir 4-5 yıl yüzüne bakmamıştım. Hala yaşıyor mu acaba diye dönüp baktığımda yaşadığım mutluluğu çok iyi hatırlıyorum -sanırım google blogspotu almış olduğu için şanslıyım. Blogumun daha ne kadar yaşayacağını düşünüyorum şu an ve enteresan fikirler uçuşuyor kafamda... Mesela I am Legend'daki gibi bir felaket dünyayı vursa ve tamamına erse, dünyada hiç insan kalmasa ve daha sonra dünyaya inen bir takım zeki yaratıklar önce canavarları yok etse ve sonra insanlığın eserlerini incelemeye başlasa ve internete erişim sağlasa ve blogumu okusa ve bu satırlardaki inanılmaz öngörümden dolayı beni bir tür kahin sansa ve burada yazdıklarımın insanlık tarihinin ezeli ve ebedi külliyatı olduğunu zannetse... Veya birkaç on yıl sonra kimsenin sevmediği, pejmürde kıyafetler (bu sıfat tamlamasını ilk defa kullanıyorum, çok mesudum -ancak doğruluğundan kuşkuluyum) giyen tipler peydah olsa ve bunlara 'akbaba' dense, ve mesela dünyaya bir takım zeki yaratıklar inse ve diğerlerine sorsalar onlara niçin 'akbaba' denildiğini ve tekinsiz suratlı, kirli sakallı bir tipleme bu soruyu soran uzaylının kulağına eğilip "Çünkü onlar, tıpkı eskiden yaşlı profesörlerin ölmesini bekleşen sahaflar gibi etrafta dolaşır, oradan buradan bilgi kırıntıları toplar ve ölen insanların accountlarını kırıp bloglarını çalarlar", dese mesela.

Olur mu dersiniz? Olur olur, hayat... Olmaz olmaz demeyin. Koca uzay evren.

Sunday, July 03, 2011

the day after (1983) vs. threads (1984)

The Day After (bundan sonra TDA) filmini hatırlarsınız. Hatırlamadınız mı? Hatırlatayım. Hani TRT günlerinde izlediğiniz, Kansas şehrinde geçen atom bombası filmi, anında iskelete dönüşen insanlar, yıkıntıya dönen kent filan... Hatırlamadınız mı? Şahsen ilk etkisi benim hafızamda hala kazılı. Douglas Coupland'in keyifli kitabında anlattığı X jenerasyonunun temel yapıtaşı olan atom bombası korkusunu soğuk savaş dönemi Amerikasının kafasına kazımak için yapılmış olan bu film, uysal TRT tarafından da yayınlanmıştı elbette. Tıpkı Rusların eğlenmeyi, müziği, dans etmeyi filan bilmeyen, uzaylı benzeri yaratıklar olduğunu anlatan, sarışın Amerikalı genç kız ve erkeklerin başrollerini süslediği anti-komünist propaganda filmlerini pazar sabahı film kuşağı kanalıyla bize enjekte ederkenki uysallığıyla. Kansas eyaleti ve kentiyle ilgili enteresan ilişkim de bu filmle başlamıştır. Hani Matrix'teki "Kansas is going bye bye" sahnesi, veya Lucky Number Slevin'deki "Kansas City Shuffle" hikayesi filan... Ne alıp veremedikleri var bu memleketle henüz anlamadım, bizdeki Çemişkezek gibi bir muhabbet midir, nedir? Her neyse.
Bu filmin İngiltere yapımı bir muadili var: Threads. Bizde yayınlandığını sanmıyorum. Zira belli anlarda "Yemeden önce meyve ve sebzeleri iyi yıkayın" diyormuş gibi bir havayla araya giren bir dış sesin bilgilendirici konuşmaları ve korkunç bir trajediyi ele almasına rağmen oldukça durağan anlatım dili ile daha ziyade bir belgesel niteliğinde bir yapım bu, ne de olsa BBC ürünü. TRT izleyicisinin alışık olmadığı bir anlatım biçimi var. Dahası TDA'dan çok daha sert görsel ögeler içeriyor. Bu iki filmi karşılaştıran yorumlar bu derece sarsıcı görüntülerin Amerikalı izleyiciler için aşırı kaçacağı görüşünde birleşiyor. Uzlaşmaya varılamayan nokta ise Threads ile karşılaştırıldığında TDA'nın A Day at the Races mı, yoksa Barney and Friends gibi mi kaldığı -uzun lafın kısası TDA, Threads'in yanında çok yumuşak kalıyor. Wikipedia'dan öğrendiğimize göre TDA'nın yayınlanmadan önce neredeyse yarı yarıya sansürlendiğini de ekleyelim.
İki film de televizyon için yapılmış, ikisinin de geniş kitleleri bilgilendirme amacı güttüğü ortada (Threads'de bu amaç ayan beyan ortada zaten). Akademik anlamda bu tarz çalışmaların bir değeri olduğuna pek inanmasam dahi, bu iki filme dair bir karşılaştırmanın iki toplumun soğuk savaşa bakışına, kendi gündelik hayatlarında nelere değer verdiklerine, neleri kaybetmekten korktuklarına dair fikir vereceğini söylemek mümkün -en azından çerez niyetine iki kelam edeyim bu mesele üzerine.

Dikkatimi çeken ilk nokta TDA'daki hikayenin daha kırsal nitelikli bir yerleşim alanında geçiyor olması. Geniş düzlükler, bayırlar, verimli tarım arazilari, hayvan çiftlikleri, üretim tesisleri, ve elbette futbol ve beyzbol stadyumları ile parlak ve muzaffer bir yaşamın fotoğraflarını görüyoruz filmin başında. Threads'de ise İngiltere'ye özgü o yorgun görüntü hakim. İngilizlerin "Bombaya gerek yok, bizim zaten ruhumuz daralmış" der gibi bir halleri varken, Amerikalılar steroid pombalanmış o her zamanki umarsız genişlikleriyle "Bu dünyayı ben yaşadım, ben yaşarım; hangi çılgın bana kafa tutacaksa bombaları alır g... sokarım" modundalar.

İlginç olan bir başka ayrıntı iki filmde de yer verilen market sahnesi. Threads'de marketteki amcalar, teyzeler çatışmanın başladığını duyar duymaz yağmaya girişiyor. TDA'da ise insanlar telaşlı olmakla birlikte kasada sıraya girip aldıklarının parasını ödüyorlar. Her Amerikan felaket filminin klasiği olan yağma sahnesi, eğitici bir amaçla yayınlanan bu filmde kullanılmamış -eşek ve karpuz kabuğu meselesi.

Bir başka nokta, yukarıda da dediğim gibi yaşanan trajedinin Threads'de, TDA'dakinden çok daha sert bir şekilde anlatılmış olması. Ancak mesele yalnızca Threads'de daha çok kan, kusmuk, cerahat görmemiz değil. Bombanın düşüşü sonrasında insanların yaşadığı yalnızlık. Filmde hikaye edilen aileler kendi başlarının çaresine bakmaya çalışıyorlar. İnsanların bir araya geldiği anlarda yaptıkları tek şey yiyecek depolarını koruyanlara isyan etmek. TDA'da ise, bombanın düşmesi sonrası insanların hızla bir araya gelip organize olduklarını görüyoruz -Amerikan felaket filmlerinin klasiklerinden birisi daha. Bu farklılık oldukça önemli. Zira Threads'de filmin başından itibaren nükleer savaş durumunda görev yapacak olan birimin görev çizelgelerini, vs görmekle birlikte bombanın düşüşü sonrasında hantal bürokrasiden bir hayır gelmediğini görüyoruz. Eldeki yiyecekleri korumak için açlıktan gebermekte olan insanlarla görevlilerin karşı karşıya gelmesi ise tam bir devlet-toplum zıtlığı hissi veriyor. TDA'da ise Amerikan vatandaşlık ideolojisinin net bir ifadesini görüyoruz. Toplumsal dışlama, linç, "benim arka bahçemde değil" tarzı muhafazakar tavır alma biçimlerinin de kökeni olmakla birlikte bu inisiyatif alma ve örgütlenebilme halinde takdir edilmesi gereken birşeyler olduğunu düşünüyorum (üzerinde sonra duracağım bu meseleyi şimdilik bir kenara bırakayım).

TDA'nın ve Thread'in kaçırılmaması gereken filmler olduklarını söyleyemem. Ancak yukarıdaki gibi bir karşılaştırmada iş görebilir dökümanlar sunuyorlar.

Saturday, July 02, 2011

bob ross ve la tour de france

TRT2'de mutlu küçük ağaçlar çizen Bob Amcayı sanırım çoğunuz hatırlarsınız. İnsan büyüdükçe diğerleriyle paylaştığı ortak alanların düşündüğünden ne kadar farklı olduğunu öğreniyor. Çocukken, güneşli dahi olsa yağmurlu, isli, pusluymuş gibi görünen o Pazartesi günleri okula gitiğimde arkadaşlarımla neler konuştuğumu düşünüyorum. Hafta sonu oynanan lig maçları veya Pazar gecesi yayınlanan çatlamalı, patlamalı filmdeki olaylar... Veya sonraki haftasonu oynanacak olan lig maçları. Tamam kabul, biraz sığ bir çocuktum. Her neyse. Okudum, büyüdüm, maçtan ve rambodan başka şeyler üzerine konuşma ihtiyacı hissettikçe iletişime geçtiğim insan tiplemeleri de çeşitlendi elbette. Ve öğrendim ki ister ağzında salyalar akarak "Raki Ramboyu döver!" muhabbeti yapsın, ister "soldan o herifi kaçırmayacaktı" muhabbeti yapsın, isterse benim uyuz muhabbetimden uzakta başka ortamlarda takılsın, o yıllarda etrafımda olan diğer bütün çocuklarla birlikte hepimizin yolu Bob Ross'un programından geçiyormuş. Yaşça iyice küçük olduğum zamanlar bir yana, bu programı özellikle ergenlik psikozları yaşadığım yıllarda terapi amaçlı izlediğimi hatırlıyorum. Bob Amca'nın programı başladığında televizyonun sesini açar, fırça darbelerini dinlerdim. Hatta, dublajdaki sesi oldukça dingin olmasına rağmen yine de susmasını ve yalnızca resim yapmasını dilerdim. Fırça darbelerini daha rahat duyabilmek için.


Benim için Bob Amcanın programıyla benzer bir işlevi olan başka bir şey daha vardı: Bisiklet turları. Yol bisikleti bir spor dalı olarak yıllarca göz ardı ettiğim bir spor dalıydı. Saatler boyunca bisiklete binen adamların televizyonda yayınlanıyor olmasının elbette bir anlamı vardır, diye düşünürdüm ama olayın felsefesine, tekniğine-taktiğine hiç dikkat etmezdim. Benim tek derdim yarışların geçtiği mekanları izlemekti. Bu bakımdan da izlemesi en keyifli olan tur Fransa Turu'ydu. İspanya Turu nedense hep kurak-çorak yerlerde koşuluyormuş gibi geliyordu bana, hala da öyle gelir. İtalya Turu ise bisikleti daha bilinçli şekilde izlemeye başladıkça giderek daha çok sevdiğim bir yarış haline geldi. Ancak ne hikmetse, eskiden televizyonda bu yarışa ne zaman denk gelsem gariban bisikletiçileri bir eşek bayıltan yokuşunu tırmanmaya çalışırken görür, içim ezilir, elim kumandaya giderdi. Fransa Turu ise bir başkaydı. Daha köklü olduğundan dolayı daha profesyonelce yayınlandığından mıdır nedir, Fransa Turu sırasında ülkenin doğal ve tarihi güzellikleri daha bi güzel ekrana serilir. Şatolardan, kalelerden, kulelerden geçilmez hale gelir ekran.


Eurosport spikeri Caner Eler sağolsun bu sporun detaylarını kavramaya başladım zamanla. Felsefesini öğrendikçe çocukken bisiklet sporunu, mutlu küçük ağaçlar çizen Bob Amca ile zihnimde aynı 'folder'a koymuş olmam daha bir anlam kazandı. Bugün 2 Temmuz; 2011 Fransa Bisiklet Turu'nun ilk etabı koşuldu. Pazartesi günü ise sevgili Bob Amca'nın ölümünün (4 Temmuz 1995) 16. yıldönümüne tekabül ediyor. Güzellikleri paylaşalım; paylaştıklarımızı hatırlayalım, hatırlatalım. Sevgiyle kalın, börkeneği boş tutmayın...