Friday, August 27, 2010

nerdeen nereye... (önsözlerimiz ve biz - 1)

"Yeni bir yazı dizisine başlıyorum" gibi bir giriş yapmayacağım. Zira son girişimimin devamı henüz gelmedi. Ancak karşılaştıkça sizlerle paylaşacak bir mevzu bulduğumu söyleyebilirim: Önsözler!

"Ne garip şeylerdir önsözler..." gibi bir giriş de yapmayacağım, merak etmeyin. Aşağıda sosyal bilimci Mümtaz Turhan'ın Garplılaşmanın Neresindeyiz? adlı kitabına üç yıl arayla yazdığı iki önsözden parçalar okuyacaksınız. Yorumu tabi ki size bırakmayacağım:

"Bugün Türkiye, tarihinin en buhranlı devirlerinden birini yaşamaktadır. Son garplılaşma hareketleri de, bundan evvelkiler gibi muvaffak olamamış, Garpla aramızdaki mesafe kısalacak yerde, ilmin başdöndürücü bir hızla ilerlemesi ve tekniğe tatbikatı neticesinde artmıştır. İçtimai hayatımızda yıkılan birçok şeylere mukabil pek az şeyin yapılabilmesi derin bir kültür buhranı yaratmıştır." (1958)
"Hakikatte iki buçuk asırdan beri bir ölüm-kalım mücadelesi yapmakta olan Türk milleti, artık başarısızlıklarının sırrı gibi kendisini hedefe ulaştıracak vasıtaların mahiyeti hakkında da sarih bir fikre varmak üzeredir. Bu mesele ile ciddi bir şekilde meşgul olan Türk ilim ve fikir adamları esas noktalarda artık geçekten birleşmiş bulunmaktadır. Henüz geniş kitlelerce bilinmeyen bu başarıyı Türk fikir hayatının bir zaferi olarak kutlayabiliriz. Çünki, ideal, gaye ve vasıtalar hususunda birleşmiş Türk Milletinin müstakbel başarısı hakkında derin bir görüş veya kehanete lüzum yoktur. Artık bütün dava bu birliği teminden ibaret kalıyor ki bunun da pek yakın olduğu müjdesini alan bir insanın sevinci içindeyiz." (1961)

Turhan'ın bu üç yıllık dönemde Türkiye'nin şappadanak buhrandan aydınlığa ulaştığına kanaat getirmesinde 27 Mayıs darbesinden daha önemli ne gibi bir etken olabilir? (Hirfanlı Barajı hizmete girmiş mesela, 8 Ocak 1960'ta) Amca çok falza malzeme vermiş: "kendisini hedefe ulaştıracak vasıtalar" (=darbe?); "henüz geniş kitlelerce bilinmeyen bu başarı" (=halka rağmen halk için? - gerçi kendisi "Herkes okuyacak da ne olacak" tarzı görüşler de bildirmemiş değildir - Bu satırları yazarken "Sonra başımıza komünist kesiliyorlar" diye söylendiği , ardından melun bir kahkaha attığı da rivayetler arasındadır). Düşünce ve bağlamı meselelerine girmeden burada bırakayım (ağzımı açtırmayın, kitabını yazdırmayın!)

"Söz gider, yazı kalır" derler, ama bu lafa pek riayet etmezler (blog yazarları tutarlılıktan mesul değildirler elbette; onların hiçbir metni bir diğeriyle ilişkili olarak okunmamalıdır; zira tek sınırlayıcıları işkembelerinin boyutlarıdır). Türkiye'deki siyasal yaşam ani yön değişimlerine, anaforlara ve bunların yarattığı şaşkınlıklara gebe olduğu için bu tarz 'dönüşümlere' sık rastlanılır. Bunlar kimi zaman 'döneklik' şeklinde tezahür eder, buradaki gibi kimi vakalarda ise memleketin hal ve gidişinin okunma biçiminde hızlı değişimler şeklinde. Önsözlerden bunları tespit etmek eğlenceli olur diye düşündüm. Hade hayırlısı...

Sunday, August 08, 2010

düşman kardeşler barışırken düşüncenin keskin kenarları törpüleniyor mu?

Eleştirel düşünmenin gücünü kaybettiğine dair görüşlerin düşünce ortamını sardığı bir jenerasyonun üyesi olarak dillere sakız olmuş, yoğrulup hamur olmuş bu konu üzerine uzunca bir süredir pek fazla düşünmediğimi söyleyerek bu metne başlamak istiyorum. Biraz karmaşık bir giriş olacak bu, lütfen dikkat: Bu konu üzerine düşünmeme halimin üzerine düşünmek beni bu konu üzerine düşünmeye itti. Öncelikle şunu belirteyim: Burada eleştirel düşünme derken dar anlamda 'sistem karşıtı' fikirleri değil, genel anlamda hegemonik düşünüş biçimleri karşısında radikal-yıkıcı karakter sergileyen fikirleri kastediyorum. Bu durumun günümüz düşünürlerinin mevcut düşünüş biçimlerinin tahakkümü karşısında boyun eğmelerinden kaynaklandığını düşünmüyorum. Söz konusu olan daha yapısal bir değişim.

Söz konusu nesnenin kendinden menkul bu niteliği üzerine (yani, eleştirel düşünce kategorisine koyulan kuramların/tezlerin/fikirlerin ortaya çıktıkları dönemin hakim düşünüş biçimlerine muhalif oldukları üzerine) düşündüğümüz vakit bugün üretilen fikirlerin 'uysallığının' mevcut düşünce ortamından kaynaklandığı sonucuna varabiliriz. Düşünce üreticilerini peşinde koşturan veya çok geniş kitlelerde infial yaratan fikirlerle son zamanlarda pek karşılaşmadığımız ortada. Şüphesiz bu durum soğuk savaşın bitişi gibi gelişmelerin yanı sıra 'bilgi' olgusunun niteliğinde, üretim süreçlerinde ve değerinde ve entellektüellerin toplumdaki yeri konusunda meydana gelen değişimlerle de alakalı.

Şimdiye kadar söylediklerimin post-modern olarak adlandırılan 'halin' sonucu olduğunu düşünebilirsiniz (Belirtmek gerekir ki bu kavram düşünce tarihçileri, bir takım kendini bilmez zerzavat, ve emek sarf edip ciddi metinler üretmek yerine blog yazan düşünce tembelleri dışında kimse tarafından kullanılmıyor artık). Konuya dair kimi başka analizlerde de eleştirelliğin günümüzdeki durumu bu garip 'hal' çerçevesinde ele alınmakta. Aradaki ilişkiyi anladığım şekliyle tartışabilmek için kısaca bu halden ne anladığımı anlatmaya çalışayım:

Düşünce dünyasında post-modernite ile ilişklendirilen pek çok eğilimin izlerinin çok uzun yıllar önce üretilen fikirlerde bulunduğunu söylemek mümkün. Zaten düşünce üreticileri de bu furyadan kendilerini çabuk kurtarmışlar, birikimlerini nasıl kurtarabileceklerini ve bunu yaparken yeni kazanımlardan nasıl faydalanabileceklerini oturup tartışmaya başlamışlar. O halde, ne oldu? Ne olacak, olan oldu. Olan şuydu: Düşünce tarihinin tozlu raflarında kalan bu görüşler çoğunlukla orijinal fikirlermiş gibi ve başka kılıklarda tekrar dolaşıma sokuldu ve popülerleşti. Örneğin Weber'in -Parsons tarafından uysallaştırılmamış haliyle-nesnellik kriterlerinde veya pragmatizmin kimi varsayımlarında; biraz daha ayrıntıya gidildiğinde Mannheim'in sonraları "daha kabul edilebilir" bir şekle soktuğu bilgi kuramında, veya yeni değil, 50-60 yıl önce çarmıha gerilmiş olan Viyana Okulu'nun bahçesine 'yerini hak etmiş' diğer üyeleriyle birlikte gömülen Mach ve Poincaré'nin bilim felsefelerinde bugün yıkıcı-radikal olarak görülen görüşleri ham haliyle görebiliriz. Ancak "katı olan herşeyin buharlaşmasıyla" birlikte tarihin ve coğrafyanın orasına burasına sıkışmış olan, üstelik üretildikleri dönemde başka niyetlerle ortaya konan ve başka kaygılara cevap verdikleri için başka türlü algılanmış olan bu fikirler çok kısa bir süre içerisinde genel bir eğilimin ögeleri olarak tekrar ortaya atıldı; birleştirilerek tutarlı hale getirildi; tartışıldı; ve hatta bazılarınca kaide haline getirildi.

Yıkıcılığın bu derece yaygınlaşıp olağanlaşmasının eleştirellik açısından doğurduğu sonuç insanların şaşırmaya, rahatsız olmaya, kızmaya, büyülenmeye, hayran olmaya karşı bağışıklık geliştirmesi oldu. Bu bağışıklığın düşünce tarihine bakışımızı, belki olması gerekenden daha keskin hale getirdiğini (veya analitikleştirdiğini) düşünüyorum. Bu durumun entellektüel ortamı daha 'demokratik' hale getirdiğini görüyoruz. Yeni kuramlarda eklektizmden kaçınılmaması, araştırmalarda melez metodolojilerden faydalanılması, hiçbir referansın kategorik olarak reddedilmemesi bunun göstergeleri.

Bu durumu bir olgunlaşma olarak görmek mümkün. Zira bu sayede yapı-özne karşıtlığı gibi gereğinden fazla yorulmuş olan tartışmalara adanmış olan makaleler giderek daha düşük etki değerli akademik dergilerde basılır hale geliyor (ikinci el piyasasında değeri düşen otomobillerin 'kıra kaçması' gibi bir süreç bu sanırım), mesnetsiz düşmanlıkların ve yapıntı tartışmaların yaygınlığı azalıyor. Ancak düşünce dünyasının bu 'geniş gönüllülüğü' herhangi bir düşünüş biçiminin hegemonya kurmasını engellemekte. Ve bu durum paradoksal olarak düşünce üreticilerinin yıkıcılık potansiyelini törpülemekte. Öyle ya, hiç bir kuram "Hey sen!" diye bizi 'çağırmıyorsa' molotof kokteyli hazırlamaya ihtiyaç duymamamız da son derece doğal -gerçi o ööle çaarınca zaten olay bitmiş filan oluya filan ama, amaaan, neyse şimdi...

Bu noktada asıl soru ile karşılaşıyoruz. Agresiflikten arınmış olan bu düşünce ortamının ürünleriyle henüz karşılaşmadık. Henüz bu durumun bir değişimin sonucu olduğu bilinciyle düşünce üreten insanları okuyoruz. Ancak gün gelecek, bugünkü hali verili kabul eden nesiller kendi ürünlerini vermeye başlayacak. Peki o zaman ne olacak? Zamanında tozu dumana katmış olan tezlerin ve/veya büyük düşünce sistemlerinin eksik-gedikleri çoktan uzun uzadıya tartışıldığına göre bu yeni fikirler bu düşünce öbeklerindeki faydalı ögelerin 'uygun' sentezlerinden mi ibaret olacak? Ben kendi adıma gelecek nesillerin 'suya sabuna dokunmayan' fikirler üreteceğinden pek emin değilim. Bugünkü fikir üreticileri eleştiri odaklarına dair aşırı bilinçli oldukları için olası saldırılara karşı daha baştan hazırlık yapıyorlar ("Aman çok yapısalcı kaçtı, aktörlerden iki satır dem vurayım; çok belirlenimci gözükmesin, bi kuple olumsallık attırıvereyim; vs.). Ancak bunun böyle gideceğini sanmıyorum. Düşman kardeşlerin barıştığı bu ortamın temel varsayımlarını norm kabul eden nesiller neye karşı tetikte olmaları gerektiğini unutacaklarmış, veya tetikte olma gereği duymayacaklarmış gibi geliyor bana. Diyeceğim odur ki, kızmanın ne olduğunu bilmedikleri için bir gün bir yerlerde birilerini kızdıracaklar. Ve düşünce tarihindeki bu kısa kısırlık dönemi -ki bunun ilk defa yaşandığını hiç sanmıyorum- yerini verimli kavgalara bırakacak. Merak etmeyin yani, herşey çok güzel olacak. Tek sıkıntı şu ki biz o zamanlarda biraz karta kaçmış olacağız...