Saturday, February 20, 2010

araç amaç haline geldiğinde yoldan sapmış mı oluyoruz? -2 (korkmayın, sapmanın kaçınılmaz olduğunu kabul etmek sapıtmamızı engeller)

Önceki metinde kaldığımız yerden devam ediyoruz. Sıra düşünce alanındaki yenilik/değişimlere geldi. Bir tutam bilginin paraya ve/veya güce dönüşebildiği dünyamızda olanı biteni anlamak/yerinden oynatmak/manipüle etmek için bir araç olarak görülen bilginin kolayca amaca dönüşebildiği su götürmez bir gerçek -ağzı olan konuşuyo, interneti olan blog filan yapiyo, olmaz ki canım. Bir önceki yazıda atom bombasının 'babası' Oppenheimer'in vicdan muhasebesi üzerinden teknik/düşünsel değişimlerin insanlığı bir kapana sürüklediğini söylemenin kolay olmadığını iddia etmiştim. Şimdi, eleştirel düşüncenin bunun kolay olduğunu düşünerek kendi kendisini muhafazakarlaştırdığını iddia edeceğim -çok da mühim bir iddia değil bu elbette, eleştirel düşüncenin kimi önemli temsilcilerinin bundan sıkça bahsettiği biliniyor ("Dünya alem biliyor " demeyeceğim; dünyayı tanımam etmem, ama alemin derdini biliyorum, ne hinoğluhindir o). Teknik/düşünsel değişimlerin insan topluluklarını ve doğayı korkunç bir batağa sürüklediğini reddetmek mümkün değil. Lafım “Hatalarımızdan ders almayı bilmeliyiz” diyenlere değil, “Ah ulan o serbest piyasa denen zamazingoyu peydahlamayacaktık” diyenlere -buradaki 'serbest piyasa'nın yerine orak-çekiç, papirüs kağıdı, Akademi, kural/kaide/yasa, Kopernik, Piri Reis,... binbir çeşit başka zamazingo da konulabilir. Şöyle ifade edeyim, bir olur iki olur neyse, insan güzelliğidir der, destekleriz, yaparız da hatta bazı bazı; ama her gecenin sonrasında “Ah ulan o son dubleyi götürmeyecektik” diyene de birisinin çıkıp “Ağızınla içmeyeceksen hiç takılma arkadaşım” demesi gerekiyor. Dananın kuyruğunun nerede koptuğunu aramak beyhude bir çaba. İnsanlığın teknik/düşünsel alandaki ürünlerinden bağımsız olarak değişimin kendisini eleştirmek pek olası görünmüyor bana -yalan dünya be dostum.

Öte yandan, aracın amaca dönüşmesini değerlendirirken konuya yeni olanın kurumsallaşması üzerinden yaklaşmak başka bir bakış açısı sağlayabilir. Değişimi kurumsallaşma süreçleri çerçevesinde değerlendirdiğimizde, değişim karşısında insanlık adına endişe duyanların söylemlerinin niçin önceki kurumsal düzenekte sahip oldukları menfaatlerini kaybetme kaygısı güdenlerle örtüştüğünü daha kolay anlayabiliriz -bu da kendi içinde kaçınılmaz bir karışım belki ama ne yapalım, söz söylemek, ister istemez müdahale etmek oluyor. Değişimin eleştirel değerlendirmesini yaparken tutunulabilecek alternatif bir tavır, söz konusu değişimlerin eleştirinin dilini değiştirmesine izin vermek. Değişim olgusunun eleştirinin dilini değiştiriyor olması eleştirme ediminin kirlenmesi anlamına gelmiyor. Aksine, yeni olanı değerlendirirken kendisini bu yeniliğin araçlarıyla şekillendirebilmek, değişim amacıyla yenilikler peşinde koşarken bu yeniliklerin kurduğu dünyaya hapsolan kozmolojinin gediklerini algılamayı sağlayabilir. Diğer bir deyişle, kendisini yeni olanın sunduğu araçlarla değiştirebilen bir fikriyat, mutlaklara ihtiyaç duymayan bir eleştiri dili geliştirebilir. Elbette burada ne yapılması gerektiğini söylemeye değil, mevcut olanın ne olduğunu anlamaya çalışmanın gerektiğini söylemeye çalışıyorum. Demek istediğim odur ki madem üzümü yemek kaçınılmaz; yediğimiz haltı reddetmek o haltın bağını sorma ihtiyacı duymamaktan başka bir işe yaramaz. Sözün dönüp dolaşıp insanın doğasına geldiğini düşünmeyin; değişimin doğasını kabul etmekten bahsediyorum -insanlığın tek başına aktörü  olduğu değil, sadece bir parçası olduğu bir süreç bu.

Gelelim amaçların aynılaşmasına. Değişimlerin tek bir kozmolojiyi referans almaya başlaması ve teknik/düşünsel faaliyetlerin tek bir amacın araçları haline gelmesi iktidar payaşımında bir kutuplaşmaya sebep oluyor gibi görünebilir -ki bence de öyle. Ancak umutulmaması gereken, bu tektipleşmenin eleştiri dilinde bir birliği de beraberinde getiriyor olması -fikriyattaki bir birlikten değil, dildeki birlikten bahsediyorum. Belki bu baskın kozmoloji kendi mezarını bu şekilde kazıyordur -o mezarın üstünü örtenlerin mezarını kimlerin, nasıl örteceğini yalnızca geleceğin eleştirmenleri görebilecek.

Not: Eleştiri dilinin yeni olanın sunduğu araçlarla kendisini değiştirmesinin eleştiriyi kirlettiği düşüncesi, eleştirinin dili ile bu dili kullananları özdeşleştirmenin bir sonucuymuş gibi geliyor bana. Önceleri eleştirinin dilini kullananların sonraları eleştirmemeyi tercih etmelerinin -veya dillerinin keskin kenarını eskiden mensubu oldukları kampı yakıp yıkmak için kullanıyor olmalarının- sebebi, önceleri kullandıkları eleştiri dilinin yeni olan ile kendisini değiştirmesi (farkında olmadan kendisini muhafazakarlaştıran görüşün anladığı şekliyle, o eleştiri dilinin kirlenmesi) değil, zamanında eleştirdikleri, değişim için peşinde koştukları araçları amaç haline getiren eski düşmanlarının kozmolojilerindeki mutlaklara kendilerini hapsetmeleridir belki. Fikir alanındaki değişimleri insanların değişmesiyle bir tutmamak lazım derim ben.

Not 2: Metinden anlaşılabileceği gibi ben de kendimce özcü bir eleştiri anlayışına ihtiyaç duymakta, onu aramaktayım. Façayı bozmamak için çaktırmamayı değil bir şey söylemekten korkuyor olmayı açık açık beyan etmeyi bir erdem olarak gördüğümü söyleyip burada keseyim -amma da bozmadık ha façayı.

Wednesday, February 17, 2010

araç amaç haline geldiğinde yoldan sapmış mı oluyoruz? -1

İnsanlık, gerek teknik, gerek düşünsel alandaki yeniliklerin -ki bu ve bunu takip eden ikinci metin bu ikisi arasında bir farklılık olup olmadığını konu edinmektedir- gündelik hayatta meydana getirdiği değişimler karşısında şaşkına dönüp "Aslında biz bunu hedeflememiştik" diyerek bir önceki gün üzerinde yürüdüğü topraklarda bir daha asla adımlayamayacağının endişesini dile getirmiş ve düşünce tarihini bu endişenin etrafındaki tartışmalar üzerine kurmuş. 'İlerleme' olgusunu iki tırnak arasına koymaya ve bunu 'mit' olarak adlandırmaya insanları zorunlu kılan, bu olgunun modernlikle bağlantılı olduğuna dair inanç. Bu öyle bir inanç ki, herşeyi tırnak arasında ifade ederek mutlak bir doğruya duyduğu ihtiyacı istemsiz olarak ortaya koyduğundan habersiz, bu 'mit'in modern zamanlarda 'icat edildiğine' kani olmuş, mutlak olan herşeye karşı açtığı savaşta kendi mutlaklarının ne olduğunu ortaya koymamak suretiyle -ki bunun sebebi mutlaklara duyduğu ihtiyaçtan kendisinin habersiz olmasıdır- kendisini kendi mutlaklarını açıkça ortaya koyan düşünce sistemlerinden üstün bir konuma yerleştirebileceğini zannetmiştir. İlerleme olgusu ile değişim olgusu arasında bir fark olmayabileceğinin farkında olan bu fikriyat teknik/düşünsel yeniliklerin modernliğin bir uzantısı veya göstergesi olduğunu söylerken modern-öncesi zaman ve coğrafyaları durağanlaştırdığının da bilincindedir. Ancak bu fikriyatın savunucuları hemen şunu söyleyeceklerdir: "Bizim söylemeye çalıştığımız, yenilik ve değişim fikrinin insan faaliyetlerinin temel amacı haline gelmesidir". Doğrudur, kıtanın birinde yaşayan insanlar nehirlerin ne zaman taşacağını hesap edebilmek için zamanı ölçecek aletler geliştirirken diğer bir zaman ve coğrafyadakiler dünyanın eskatalojik anlamda sona ereceği günü tahmin edebilmek için takvimler oluşturmaya çalışmışlardır. Ancak şunu söylemek gerekir ki, farklı amaçlarla benzer faaliyetlere girişmiş olanlar arasındaki iletişim kopukluğu bu faaliyetlerin birbirlerini etkilemediği anlamına gelmez. İletişimin artmasının en önemli etkisi değişimlerin hızlanması olmuştur. Amaçların aynılaşmasının yarattığı daralmanın sonuçlarını tartışmayı ikinci metne bırakarak teknik yenilikler konusu bakalım.

"Aslında biz bunu hedeflememiştik" cümlesi atom bombasının 'babası' Oppenheimer'in vicdan muhasebesini akla getiriyor. Ancak her teknik değişimin insanlığı bir kapana sürüklediği görüşünün arkasında durmak o kadar kolay değil. Yeni tekniklerin kurumsallaşması sonucunda bu kurumların bir sonraki değişimin önüne set çektiği düşüncesi en yoğun olarak iki grup tarafından dile getirilir. Bunlardan birincisi insanların belki hiç varolmamış uzak bir geçmişte çok daha mutlu olduğuna inananlardan, ikincisi ise insan yaratıcılığı ile bu yaratıcılığın ürünleri arasında bir ilişki kuramayan, insana sadece insan olmaklığından kaynaklanan özcü bir yaratıcılık atfedenlerden oluşur. Asr-ı Saadet yanlılarını umutsuz vakalar olarak bir kenara ayırıp ikinci grubun bu özcü iddiasını ele alalım. Daha önceki bir yazıda ilerlemelerin temelinde insan yaratıcılığının olup olmadığını tartışmıştım. Söz konusu metinde yeni bir buluş yapan bilim insanının beyninde bu yeni fikrin oluşabilmesi için bununla ilişkisi olan nesne veya olgulara dair başka bazı fikirlerin mevcut olması gerektiğini iddia etmiştim. Diğer bir deyişle kıvılcımın çakması için elde bir takım taşların bulunması gerekiyor -bu taşlarla taşların yarattığı kıvılcım arasında görünürde hiçbir bağlantının olmadığına dikkatinizi çekerim. Sanat söz konusu olduğunda da aynı şeyi söyleyebiliriz. Fotoğraf makinesinin resimde, fotokopi makinesinin grafik sanatlarda, eski Game Boy ve Commodore'ların müzik alanında yarattığı değişimler yeni sanat formlarının oluşumunda teknik değişimlerin rolünü bize anlatan örneklerden yalnızca birkaçı. Burada söz konusu olan, ilk başta bir araç olarak geliştirilmiş olanın bir başka faaliyet alanında amaç haline gelebilmesidir. Bundan rahatsızlık duyanlarsa o araçları kendi amaçlarına ulaşmak için kullanan ve kendi araçlarının başkalarının amacı haline gelmesini kendi çıkarlarına aykırı bulanlardır. Oysa farklı faaliyet alanları arasındaki bu geçişkenlik, yaratıcılık olarak adlandırılan olgunun temel dinamiğini oluşturur.

Sözün özü, insanlığın ürünü olduğunu düşündüğümüz şeyler aynı zamanda insanlığı yeniden üretmeye devam etmektedir. Bu yeniden üretim sürecinin eleştirel değerlendirmesinin insanı herşeye kadir bir yaratık olarak görmeden nasıl yürütülebileceğini bir sonraki metinde ele almaya çalışacağım.

Wednesday, February 03, 2010

huxley yaşadığı dönemin trajedisini anlatırken anday neyi anlatıyor?

Aldous Huxley'in Brave New World adlı romanı, yaşanması çok muhtemel olan, veya çoktan içinde yaşamakta olduğumuz korkunç bir dünyayı betimlemeyi hedefleyen metinlerde sıklıkla karşımıza çıkar. Yaşamakta olduğu dönemin ütopyalarının insanlığı nasıl bir geleceğe sürükleyebileceğini anlatmaktadır Huxley bu romanında. Ben burada daha önce dikkatlerinden kaçanlar için Huxley'in bir başka romanından bahsetmek ve -böyle bir projeyi bir tez jürisine kabul ettirmek zorunda olmamanın rahatlığıyla- bu roman ile Melih Cevdet Anday'ın Aylaklar adlı romanı arasında nasıl bir ilişki kurulabileceğinden bahsetmek istiyorum -edebiyatçı yönü daha kuvvetli okurların affına sığınarak.

İlk olarak 1928 yılında basılan Point Counter Point adlı romanın dönemin ruh halini yansıtmaktaki başarısının tek göstergesi, romandaki bir karakterin, yaşadığı dönemin düzensiz ortamının en fazla on yıl varlığını sürdürebileceğini, bu on yılın ardından "sınıflar" ve "kıtalar" arasında büyük bir savaşla birlikte tamamen yıkılacağını söylemesi değil elbette -ancak bu bile tek başına fazlasıyla etkileyici. Roman İngiltere'nin aristokratlaşmış burjuva sınıfına mensup, iki dünya savaşı arasındaki dönemde yaşayan farklı kuşaklardan kişilerin karakterlerinin betimlemeleri üzerine kurulu -kimi önemli karakterler ise kökenleri başka sınıflardan olmasına rağmen bir şekilde bu sınıfla ilişki içine girmiş ve onlarla aynı düşünsel buhrandan muzdarip kişiler. Sevgili Wikipedia'dan öğrendiğimiz kadarıyla bu karakterler Huxley'in şahsen tanıdığı veya tarihte bir yeri olan gerçek kişiler üzerine kurulmuş. Ailelerinden gelen ve/veya eğitim ve yetenekleri sayesinde edindikleri zenginlik içerisinde yaşayan bu karakterler ideolojiler çağında yaşamakta olmalarının -ne zaman sona erdi ki?- onları içine soktuğu cendereden kurtulmak için kendi kurgularını yaratmakta, taraf olmayanın bertaraf olduğu bir dünyada kendi hayatlarına bir anlam atfetmek için çaba harcamaktadırlar. Diğerlerini dehşete düşürmeye çalışan bir karakter işçilerin bir amaç uğruna değil, sadece devrimin kendisi uğruna devrim istediklerinden bahsederken, diğer bir karakter kendisinin zaten mahkum olduğunu düşündüğü cehenneme gitmeyi dilemekte, ancak cehennemin varlığına inanmamanın ızdırabı içinde kıvranmaktadır. Kısaca özetlemek gerekirse roman büyüsü bozulmuş bir dünyada fikir sahibi olmak/olamamak, genç/yaşlı olmak, zengin olmak, çocuk sahibi olmak, aşık olmak/olmamak/olamamak gibi pek çok konunun sorgulamasını yapmakta, bunu yaparken dönemin fikir dünyasına açık veya kapalı pek çok referans vermekte.

Huxley romanında 'aylak sınıf' (leisure class) kavramını kullanıyor. Ancak Anday'ın Aylaklar'ı biraz başka bir aylak grubundan bahsediyor. İlk olarak 1965 yılında basılmış olan roman, 1950'li yıllarda son demlerini yaşayan eski bir Osmanlı ailesi ve aileye ait konakta bir şekilde kendilerine yer bulmuş işsiz-güçsüz-amaçsız bir grup insan etrafında dönen olayları anlatıyor. Evin eski ihtişamını bu insanları etrafından toplayıp hesapsızca para harcayarak korumaya çalışan evin "Hanım"ı ve evin masraflarının nasıl karşılandığından bihaber yaşayıp giden karakterler yeni düzen karşısında çökmekte olan eski bir toplumu betimlemek için kurgulanmış sanılmasın. Bu karakterlerin çoğu burjuva kökenli ailelerden gelen, aslında yeni düzenin üretmeye çalıştığı bireyler. Çarpıcı olan, bu karakterlerin konağın sahte ihtişamı içinde aylaklığa kolayca uyum sağlayabilmeleri. Bunun bir örneği, üniversiteyi bitirip kendisine bağımsız bir hayat kurmayı hedefleyen, ancak evin "Hanımı"nın torunu ile evlendiği günün hemen ertesinde okulu bırakıp evin aylaklarına katılan Ayla. Br başka örnek ise, yeni olanın belli bir program veya değerler üzerinden değil, mevcut olanın yıkılmasıyla ortaya çıkabileceğine inanan, kendi duruşunun herhangi bir şekilde tanımlanmasından fena halde rahatsız olan, hafiften anarşist, hafiften bitnik kıvamlı, ama ikisinden de oldukça uzak bir karakter olan Şükrü. Romanın en radikal görünümlü karakteri olan Şükrü'nün kelimenin sokak anlamıyla "sıfatsız" bir kişi olarak çizilmiş olması, Garip akımının bir parçası olan Anday'a dair bize ne anlatıyor bilmiyorum, bir bilen varsa öğrenmeyi çok isterim.

Huxley'in romanı bir medeniyetin çıkmazlarını ortaya koymakta ve Batı düşünce tarihinin tartışmalarının yüz yıldan fazladır peyzajını oluşturan kriz temasının (ki bu temanın aslında modernlik öncesi köklere sahip olduğu söylenebilir) iki dünya savaşı arasındaki görünümüne dair pek çok fikir vermekte. Anday'ın romanının yazıldığı ve anlattığı dönemde ise cumhuriyet ilkgençlik yıllarını yeni tamamlamış, düşünsel hayat "Garplılaşmanın neresinde olunduğu" ve hangi devrimlerin "başarılamamış" olduğu tartışmaları ile dolup taşmaktaydı. Bu tartışmaların dinamizmine karşın Anday'ın romanı henüz kurulamadan kendini yormuş, yeni rotasına yorgun adımlarla yönelmiş bir toplum tasvir etmekte. Aylaklar'da değişim sancısı değil, Point Counter Point romanındaki ile paralellikleri olan bir çöküş teması hakim. İki romandaki bazı karakterler arasındaki benzerlikler de bu paralelliği artırıyor. Huxley'in romanında karşılaştığımız, demokrasi üzerine yazılmış olan en kapsamlı eseri ortaya koymak bahanesiyle aylak bir yaşam sürdüren Sidney Quarles ile Anday'ın betimlediği, Yuşa Tepesi'ne Fatih Sultan Mehmet'in yüz metrelik bir heykelini diktirmek veya Argo gemisini aramak gibi sevdalara nereden geldiğini dahi bilmediği paraları yatıran, üstelik her projesini yarım bırakan Davut Bey arasındaki benzerlik buna bir örnek. Karşılaştırma alanını biraz genişletmek gerekirse, zaman zaman iki dünya savaşı arasında yaşayan kuşağı tanımlamak için kullanılan  'kayıp kuşak' (lost generation) ile 'Beat kuşağı' arasında John Clellon Holmes'un 1952 tarihli ünlü makalesinde yaptığı karşılaştırma üzerinden Huxley'in Mark Rampion karakteri ile Anday'ın Şükrü karakterini karşılaştırmak da ilginç sonuçlar verebilir -bu biraz zorlama mı oldu nedir?